Isıran ve ısırılan

18 ayla birlikteydi sanırım, çocuklarda ısırma, vurma gibi huyların baş göstermesi muhtemelmiş. Kimisi meraktan da yaparmış… Bizde de vardı bir dönem ama nasıl olduysa bitti. Genelde kurban bendim…

Görüştüğümüz ufaklıklardan birinde bu huy devam ediyor. Çok iyi anlaşmalarına rağmen en olmadık bir vakit cart kapıyor. Bundan 3 ay önce ne zaman olacağını hiç kestiremiyorduk artık sinyalleri anlamaya başladık.

Herkes açısından zor ve can sıkıcı bir durum oluyor. Biraz kafa yorunca tahmini sebepler ve zamanları tespit edebildik gibi.

Aşırı yorgun veya uykusuzken mal paylaşımı esnasında, anne uzunca bir süre kendisine ilgi göstermezse, kendini veya kendi alanını tehdit altında hissederse hemen yanındakine bir müdahalede bulunuyor.

Bizimki de mağdur olan, ısırılan taraf ağlayarak kalıyor. Herkes sakinledikten sonra kaldıkları yerden oyuna devam ediyorlar.

Yeni yöntemimiz şöyle, sinyalleri gözlemlemek ve istenmeyen bu durumun olmasına mahal vermemek.

Aşırı yorgunluk olduğunda ya ayrılıyoruz, ya pusetlere koyup yürüyüşe geçiyoruz. Bir şekilde temas etmelerini engelliyoruz.

En sevilen-favori oyuncağı ortadan kaldırıyoruz, böylece tartışacak bir şey kalmıyor. (Her zaman başkasının oyuncağı en güzel olandır.) Herkes kendi oyuncağını getiriyor ve oyuncaklar takas ediliyor.

Geçenlerde ısırdı, annesi oyununu durdurdu, oyun mekanından aldı. (Burada önemli bir detay var, mümkün olduğunca net, kısa ve normal bir ses tonuyla konuşarak durumu kotarmak. Aksi taktirde ısırmakla ilgi çekebildiğini düşünebilir.)

Esas ilgi benimkine yönlendirdik. Soğuk su, buz, merhem minik bir rahatlatıcı, şefkatli müdahaleyle sakinleştirdik. Bizimki kucakta, diğeri ayaktaydı. Yani görsel olarak da ilgi mağdurdaydı. Diğeri de epey ağlayıp, bizimkinin peşinden geldi, meraklandı, ne oldu diye baktı.

Diğer taraftan ben de acaba kendini koruması için ne yapmak gerek diye düşünüyorum. Ama asla şiddete yöneltmek taraftarı değilim. Sen de git onu ısır demek, içimden de gelmiyor, doğru da gelmiyor. Bununla ilgili bir bilgi bulabilmiş değilim.

Ne kadar koruyup kollamaya çalışsam da arada başına bir şeyler geliyor. Düşe kalka büyüyorlar, öğreniyorlar.

‘İstanbul’ Gezi

Eklediğim fotoğrafların hepsi İstanbul ve yakın çevresinde çekildi. Her şeye rağmen İstanbul, açık havada vakit geçirilebilecek oldukça güzel alternatifleri olan bir şehir, değerlendirmek lazım.

Kumda oynadıkları, Caddebostan plajının hemen yanındaki tekneciler barınağının kahvesi. (Asıl ismi ne bilmiyorum) Doğal bir kumsal, o koydaki en temiz köşe ve içecek atıştırmalıklar bulmak mümkün.

Denize girdikleri yer ise Riva. Dere yatağının ağzında su oldukça kirli. Ama az ötede plajı var görsel olarak temizdi ama ne içeriği ne kadar temiz bilemiyorum. Biz, doktorların lafından yola çıkarak ‘en pis deniz en temiz havuzdan iyidir’ mantığıyla ve çocukların denize taş atacağız bahanesiyle yavaş yavaş ıslandıktan sonra koy vermemizle çocukları denize soktuk, aslında onlar girdiler desek yeridir.

Bu ‘hayır’ uygulamasına bir örnektir mesela. Onca yol teptikten ve havanın sıcağında kavrulduktan sonra yapma etme demenin kimseye bir fayda sağlamayacağına kanaat getirdik. Ama Caddebostan’da da aynı şekilde kumla oynama faslı bitince denize gitmeye yeltendiklerinde, ‘hayır’ ı dinelemediler. İşte o defa mekândan ayrıldık.

Renkli evcik ise Göztepe parkındaki kaydırak altı. İki pencere, üç duvarla bu kadar oyalanabilir iki çocuk…

Yemek sofrası ise Polonezköy’de… Asıl amacımız Piknik Park (Country Club) gitmek, orada koşturup, hayvanlara bakmaktı. Ama mekânın kocaman ağaçların altında, çimenlik bir bahçesi ve parkı vardı. Çocuklar bir şeyler yesin diye girmiştik ama çıkamadık sonunda da pestilleri çıktı koşturmaktan. Arabaya binince bayılıp uyudular.

Mutlu son!

2 yaş sosyalleşme – ‘İstanbul’ gezi

Uzun zamandır yazmıyorum aslında yazacak o kadar çok şey birikti ki…

Bu ay epey yoğun geçti. Bol bol gezdik, arkadaşlarla görüştük vs… Cep telefonlarının, fotoğraf çekmeye başlamasından çok memnunum. Kötü bir hafızam var ve sürekli bir günlük de tutmuyorum, fotoğraflar benim ajandam oldu.

Annelik, iki yaşına yaklaşırken daha bir keyif vermeye başladı. Daha uzun süreli programlar yapabiliyoruz, evden daha rahat uzaklaşabiliyoruz.

Yaşıtlarıyla artık oyun oynamaya başladı. Arkadaşlarıyla buluştuğunda hep beraber oyun oynuyoruz, büyükler kendi aralarında sohbet ederken onlar başlarının çaresine bakabiliyorlar. Bu da bendeki tedirginlik halini kaldırdığı için fiziksel olarak yorulsam da eskisi gibi gerilmiyorum.

‘Hayır’ ın önemini ve kullanım alanlarını kavradım. Dışarıda, müdahale edebileceğim bir durum varsa hayır diyorum. Eğer hayır dedikten sonra yapılmaması gereken durumu ortadan kaldırabilecek veya durdurabilecek şansım yoksa demiyorum. Mesela, kül tablasıyla oynuyorsa hayır oynama diyebilirim, çünkü sözümü dinlemezse onu ortadan kaldırabilirim. Ama deniz kenarında otururken ‘hayır suya gitme der’ ve girdiğinde buna itiraz etmezsem o laf uçup gider. ‘Hayır’ lafının arkasında duramayacağım noktalarda, yerine farklı bir alternatifle geliyorum, gel kumla oynayalım gibi. Veya suya girmesi sakıncalıysa o mekândan ayrılıyorum.

Bunun bir süre bu şekilde sağlam devam ettirince, neticesi muhteşem oluyor. Geçenlerde fark ettim ben de… Bir kafeye gittik, arkadaşlarımızla buluşacağız, geciktiler. Ben masaya oturdum, o da arabalarını aldı boşlukta oynuyor. Bir iki alıp başını gitmeye yeltendi, dur gitme burada oyna dedim. Ve yaklaşık yarım saat gayet medeni bir şekilde yerde, benim oturduğum masada oyalandı, karşılıklı bir şeyler içtik, sohbet ettik.

Bu da ayrı bir komedi kısa da olsa sohbetlerimiz oluyor artık. Çiçekler, ağaçlar renkleri, açmaları, büyümeleri, köpeklerin su içmesi, arabaların tekerleklerini dönmesi gibi… Minik çok tekrarlı, bol şaşırma nidaları olan mini sohbetler… Bunda da kitapların çok faydası olduğuna inanıyorum. Hatta televizyonun. Okuduğu, seyrettiği veya gördüğü, sırası önemli değil, ne kadar farklı araçlardan gelirse o kadar çok ilgisini çekiyor.

Mesela favori oyuncağı bir kirpiydi. Ama kitaplarda, etrafta, televizyonda çocukların elinde hep ayı olduğu için etkilendi ve kendi halinde bekleyen diğer pelüş oyuncaklardan ayıyı günlük hayatına soktu. Onu yediriyor, dans ettiriyor, yıkanması için lavaboya atıyor vs.

Bir de anne rol modeli var. Bu da ayrı bir sorumluluk. Gerçi daha başıma keşke dedirtebilecek bir olay gelmedi ama yakındır hissediyorum. Tahminimden de öte gözlemciler bu çocuklar. Olmadık zamanlarda bir ayna gibi kendinizi karşınızda buluveriyorsunuz. Olay hayır demekle bitmiyor. Onu, kendi yaptığım bir şeyi yaparken bulduğumda nasıl yapma diyebileceğim ki?

Ben değil başkası için de aynı şey geçerli. Geçenlerde bizim ufaklıkları buluşturduk. Benim için dışarıda, parkta, çimlerde, oyun alanlarında yere oturmak normaldir. Çocuğuma da laf etmem, hatta oynuyorsak ben de çömerim. Ama bizimkinin arkadaşının annesi titiz. Ben farkında değilim çocuğa habire yere oturmamasını söylerken biz yerde araba sürüyoruz. Haliyle o da geldi oturdu yanımıza. Biz iki anne bir an göz göze geldik, gülmeye başladık. Ne dersin ki şimdi…

Bebeklik zamanlarını, kendi iş yüküm açısından baktığım için özlemiyorum. Ama bu zamanlarını özleyeceğim sanırım. Konuşmaya başlayıp anne, yerden kalkar mısın lütfen demesine az kaldı…

Buyrun bu sayfa sizin için…

internet dünyasında kendi mini web sitemden sonra hikayeyi detaylı olarak sizin blogunuza yazmak istedim …işte bizim hikayemiz öyle saf öyle temiz :)))

Aslına bakarsanız ne bu çiftlik vardı aklımda, ne de diğerleri… Benimkisi biraz daha alışıldık bir plandı. İzmir – Selçuk’taki Şirince Köyü’nde eski bir Rum Evi satın alacak, üst katında kendim yaşarken alt katını da bir cafe olarak işletecektim. Buna karar vermem 1996’daki Şirince seyahatime denk geliyor sanırım. Hemen o gün bulabildiğim bütün yıkık dökük evlerin fotoğraflarını çekmiş, ev sahiplerinin telefonlarını almış ve çok kısa bir sürede köyün girişindeki kocaman avlulu evlerden birini satın almıştım.

Geriye kalan restorasyon işleriydi. 1997’de oğlum ilkokulu bitirince fazla zaman kaybetmeden İstanbul’daki yaşantımı noktalayarak Selçuk’ta bir kiralık eve taşındım. Büyük bir hızla restorasyona başlamış olsam da Anıtlar Kurulu, köy muhtarlığı gibi bürokratik kollar planımın düşündüğüm kadar kolay ve çabuk gerçekleşemeyeceğini gösterdi. Tüm bunların üstüne Eylül yaklaşıyordu ve oğlumu bir an önce bir okula kaydettirmek zorundaydım. Şirince’de bir ortaokul yoktu. Selçuk’ta vardı ancak oğlumun da orada okumaya niyeti yoktu. En sonunda Kuşadası’nda karar kıldık ve şu köyde yaşama planını birkaç sene için rafa kaldırdık. Böylece hayatımın Kuşadası dönemi başlamış oldu.

Baştaki plan için beni cesaretlendiren eski bir dostum Müjde Nişanyan’ın ve eşinin hayatına tanık olmaktı. Uzun yıllar önce kimselerin adını bile duymadığı Şirince Köyü’ne yerleşen bu aile köyü bir turizm merkezi haline getirmiş ve gerçekten imrenilecek bir hayat yaşamaya başlamışlardı. Bir de kaybedecek şeyim yoktu sanırım… Yani önüme ne çıkarsa çıksın, nasıl bir hayat beni bekliyor olursa olsun İstanbul’daki yaşantımdan daha kötü olmayacaktı. Bol sıfırlı maaşların karşılığında bol sıfırdan oluşan yaşamlar… İstanbul’da yaşamayı buna benzetiyordum.

Hepsinden öte her zaman köyünün, köylüsünün yanında olmuş, köylü olmaktan büyük bir onur duymuş babam Ümit Kaftancıoğlu’nun ayak izlerini takip ediyordum.

Planı tam olarak kafamdaki gibi uygulayabildim diyemem bu nedenle. Yine de varmak istediğim yere ulaştım sanırım. Sadece isimler, tabelalar değişti. Şirince’nin yerini Nazilli’nin Ocaklı Köyü; cafe’nin yerini de İpek Hanım Çiftliği aldı.

Kaçmaya karar verdiğimde oğlum on ikinci yaşındaydı. Ne ona anlatmak zor oldu, ne de kabul ettirmek… On birinci yaşındayken onunla birlikte uzun bir Ege yolculuğu yaptık. Bodrum’dan Dalyan’a, Datça’dan Kuşadası’na kadar neredeyse bütün sahil şeridini gezdik. Bu yolculuktan o kadar etkilenmişti ki kendisi söyledi bana ”buralarda yaşamak istiyorum” diye. On iki yaşındaki bir çocuğu büyülemeniz zor olmuyor. Denizden, plajlardan, Ege Koylarından biraz bahsetmeniz yeterli oluyor. Sonu gelmeyecek bir tatil olarak görüyor çocuklar bunu…

Uyum sağlaması da hiç zor olmadı. Başlarda biraz özledi sanırım ilkokul arkadaşlarını, hepsi o. İstanbul’a dair tek bir özlem duymadım ağzından. Çok kısa sürede de alıştı zaten Kuşadası’ndaki hayata… Okuldan çıkıp dört yüz metre yürüyünce denize girebilmek, dilediği saatlere kadar korkusuzca sokaklarda oynayabilmek… Bunlar büyük mutluluk veriyor sanırım çocuklara…

Kuşadası’ndan Nazilli’ye geçişim kızımn doğumundan üç sene öncesine denk geliyor aşağı yukarı. Gelecekte kızımın babası olacak ikinci eşimle beraber olduğum zamanlara… Kendisi de Kuşadası’nda uzun yıllar yaşamış eşim Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını devralmaya karar verdi o yıl. Bu işte tüm desteğimi ona sunmamı istedi. Kabul ettim. Oğlum da büyümüştü bir hayli. O Kuşadası’ndaki evimizde haftanın dört günü tek başına yaşarken ben de Nazilli – Kuşadası arasında mekik dokumaya başladım. Çok… Gerçekten çok büyük işler başardım. Devraldığımızda ve başına geçtiğimde neredeyse sinek avlayan o doğal kaynak suyu fabrikası, 2006 yılında yeni işletmecisine devrettiğimizde bölgenin en çok satış yapan, en güçlü fabrikası olmuştu.

Kızımın doğumu ise 2003 yılında gerçekleşti. Uzun yıllar sonra ikinci kez çocuk sahibi olunca çok tuhaf hissediyorsunuz gerçekten. O’na her şeyin en iyisini vermek istiyorsunuz. Her şeyden önce zamanınızın büyük kısmını ona ayırmak. Ne var ki su fabrikasının işleri o kadar yoğundu ki bunu yapamıyordum. Ofislerden birini kızımın oyun odası haline getirmiştim. Bütün gün orada yaşıyor, çoğu zaman iş seyahatlerime katılıyor ve büyük bir hızla büyüyordu. Gıda sektörünün içindeydim ve gıdada dönen oyunları da birebir tecrübe ediyordum bu arada. O’na daha sağlıklı gıdalar sunabilme isteği… Çiftçilik serüvenim tam olarak bununla başladı. Fabrikanın arkasındaki araziyi sürdürerek ekim – dikimler yaptım. Kısa süre sonrası orası büyük bir bostana döndü. Büyük mutluluk duyuyorsunuz tohumundan başlayan serüvenine tanık olduğunuzda yediklerinizin… İçiniz tam anlamıyla rahat ediyor. Önemli bir nokta bu.

Tam olarak emekliliğe ayrıldım diyebileceğim tarih ise 2006… Kızıma yeterince zaman ayıramadığımı fark ettiğim, su fabrikasına da iyi bir alıcı bulduğum yıl. Otuzlarımın sonuna yaklaşıyordum ve bir anda ”bir kez daha” her şeyi bırakarak köye yerleştim. Yine de İstanbul’dan kaçışım kadar radikal bir değişiklik olmadı bu… Yerleştiğim köy ile işlettiğim su fabrikası arasında beş kilometre vardı. Buralarda değerlendirilmeyi bekleyen pek çok arazim vardı. Benim de hayalimde büyük bir çiftlik evi vardı. Tüm bunlar için iyi bir fırsattı ve elimden geldiğince iyi değerlendirdim. Büyük bir hızla çiftliğin inşaatı, arazilerin ıslahı, ekim – dikimler başladı… Yine de hala kendim için yapmayı planlıyordum bunları.

Oğlum tüm bunlar olurken üniversitede okuyordu. Kızım ise anaokuluna başlamak üzereydi. Kızım zaten olanı – biteni anlamayacak kadar küçüktü. Oğlum ise bu kararımın arkasında durdu.

Yeni ekimlerin ilk mahsülleri çıktıktan sonra biraz ”planlama hatası” yaptığımı anladım. Beklediğimin çok üzerinde ürün almıştım. Kurutsam, konserve yapsam, ne yaparsam yapsam ihtiyacımın çok çok üzerindeydi bu ürünler. İstanbul’da birkaç eski arkadaşım vardı. Birkaç koli aldım. Kolileri ağzına kadar sebze ile doldurdum ve arkadaşlarıma gönderdim. Sadece birkaç hafta sonra o arkadaşlarım sürekli olarak benden sebze – meyve ister olmuş, üstelik ”yapmayın etmeyin” dememe karşın kendi arkadaşlarına da bu durumu ”yaymışlardı”. Çok kısa bir süre içinde -müşteri demeyi hiç sevmedim – onlarca yeni arkadaşım olmuştu.

Sonra gitti bu arkadaşlarımdan bazıları üyesi oldukları gruplarda benden bahsetti. Onlar gitti başka yerlerde bahsetti… Onlar gitti başka yerlerde… Kulaktan kulağa hızla yayıldı ve inanılmayacak kadar büyük talepler geldi. Öyle ki başta ne yapacağımımı bilmediğim o fazla ürünler yetmez olmuş, yeni ekimlere başlamıştım. Çok beğenildi. Gerçekten gönderdiğim ne varsa çok beğenildi. Böyle böyle büyüyüp koca bir çiftlik oluverdik…

Organik Tarım ile ilgili düşüncelerim… Teoride güzel olsa da pratikte uygulanamayan şeyler vardır ya… Onlara benzetiyorum. Organik Tarım’ın felsefesi güzel. Çok güzel. Ancak ne var ki uygulanışı, hele hele bu ülkede uygulanışı içler acısı. Her şeyden önce kanundaki karşılığı bile ”ilaçsız tarım” değil. ”Kontrollü ilaçlı tarım…”. Daha kötüsü sözü edilen kontrol mekanizması yok. Olması da çok güç. Gidip bir sertifika alıyorsunuz. Alırken denetlemek için şöyle bir uğruyorlar – çoğu zaman onu bile yapmıyorlar -, siz de bir arazi gösterip ”İşte ben burada organik tarım yapıyorum” diyorsunuz. Ondan sonra her ürününüz organik oluyor! O gösterdiğiniz yerde mi yetiştiriyorsunuz, tespit etmeleri imkansız. Hatta o gösterdiğiniz yer sizin mi değil mi onu bile bilemezler… İnsanların iyiniyetine, insafına kalmış olduğuna inanıyorum. Ne yazık ki bu konuda bizden insafsızı olmadığını bilerek…

Bir sektör haline geldi organik tarım. Ortada koca bir endişeli anneler grubu var ve bu grup ister istemez bir ”pazar” yaratıyor. Artık nereye baksanız, kafanızı nereye çevirseniz ”organik”! Organik çamaşır deterjanını ve organik gömlekleri kendi gözlerimle gördüm. Yakında organik otomobil lastiği bile çıkaracaklar bu gidişle…

Söylediğim ne kadar bilimsel olur bilmiyorum ama çocukları ”doğal” beslenmesinden yanayım. Yani aşırı sterilizasyon kaygıları ile çocukları laboratuar ortamında yetiştirmeyi hiç hoş bulmuyorum. Anadolu’ya bakıyorum. Köylerdeki çocuklara bakıyorum… Ne bir UHT’li süt girmiş evlerine, ne ”el değil hava bile değmeyen” yoğurtlardan yemişler ne de içeriğinde yirmi sekiz çeşit vitamin ve mineral olan mamalarla tanışmışlar. Oysa bakıyorsunuz, bu insanlar ortalama yüz yıl yaşıyor! Kanser denen şey neredeyse hiç yok. Başka herhangi bir hastalık da… Büyük şehir insanlarının durumu ortada… Kırkıncı yaşını geride bırakıp da ucundan kıyısından kanserle tanışmamış biri yok gibi artık.

Oğlum bunun iyi bir hayat, iyi bir seçim olduğunu düşünüyor. Evet, Nazilli’nin Ocaklı Köyü’nde bir sosyal hayat bulamıyor belki. Sinemalar, barlar, şunlar bunlar… Ama hep şöyle düşünüyor. İstanbul’da olsa, İstanbul’da çalışsa haftada beş – belki altı – gün sabahtan akşama kadar işyerinde olacak, üstüne saatlerce trafikte zaman geçirecekti. Tüm bunların ortasında iş günlerinde zaten uyumaya ancak zaman ayırabilirdi. Burada da aynı şey söz konusu. Haftaiçi çalışmakla geçiyor. Haftasonu ise istediği her şeye zaman kalıyor. Üstelik buranın haftasonu programları çok daha eğlenceli olabiliyor. Kuşadası, Çeşme, Bodrum, Antalya… Hepsi en fazla birkaç saat uzakta. Kızımın da benzer şeyler düşüneceğini tahmin ediyorum. O da hemen hemen tüm gününü okulda geçiriyor zaten. Müfradat programı dışında sosyal etkinliklere, doğada yapılan faaliyetlere de önem veren çok güzel bir okulu var.

Pişman oldunuz mu sorusuna çok rahat yanıt verebilirim: Hayır. Hem de bir kez bile pişman olmadım. Arada bir İstanbul’a gitmek zorunda kalıyorum işlerim için. İki günden uzun kalamıyorum. Üzerime geliyor her şey…

Kesinlikle zor olmadı büyük şehri bırakmak. Annelerin en büyük endişesi çocukların eğitimi oluyor. Oysa hiçbir şey eskisi gibi değil. Artık her yerde internet var, Digiturk var, muhteşem okullar var… Dünya gerçekten globalleşti ve hiçbir şeyin yokluğunu hissetmiyorsunuz. Tam anlamıyla yalıtılmış bir hayat yaşamıyorsunuz. Üstüne ayağınız toprağa basıyor. Ayağı toprağa basan çocukların ayakları yere daha bir sağlam basıyor, inanın.

Oğlum lise eğitimini Kuşadası ve İzmir’de tamamladı. Daha sonra dört sene boyunca şehirdışında İşletme okudu. Hiçbir eksiklik hissetmedi.

Kaçmayı planlayanlara önerebileceğim ne var bilmiyorum. Sadece akıllarının bir köşesinde böyle bir düşünce varsa ne yapıp edip uygulasınlar. Hiçbir şeyden korkmasınlar. Her şey ama her şey düşündüğünüzden çok daha kolay oluyor. Bir yaz tatili dönüşü birkaç arazi, köy evi bakınsınlar… Biraz araştırsınlar… Sonra da tası tarağı toplayıp gelsinler. Arkanızda çok olması da şart değil, biraz birikim varsa maddi sıkıntılarınız da olmayacaktır. Hayat haddinden fazla ucuz zaten buralarda. Eğitim, sosyal hayat… Hepsinin çözümü var…

Kafamdaki yanıtlar bunlardı. Toparlamam biraz uzun sürdü sanırım, bağışlayın. İstediğiniz başka bir şey olursa tekrar haberleşiriz mutlaka 🙂

Sevgiler

Pınar

Resmen evden kovuldum

Bugün, uzunca zamandır görüşmediğimiz bir arkadaşım geldi. Geçenlerde rüyasında görmüş bizim oğlanı, özlemiş atladı geldi sağolsun. Programım da, program yapasım da yoktu pek de iyi oldu…

Neyse eve girdi, bir merhaba diyebildik. Başladılar bizimkiyle oyuna, ben de etrafı toparlıyorum, yok içecek birşeyler koydum ama bir baktım bunlar odaya geçmişler. Gittim yanlarına odadan kovuldum. Elleriyle itti beni odanın dışına, sanki kendi arkadaşı gelmiş…

İlk defa anne gibi hissettim. Anneler öyledir ya istenmezler arkadaş ortamında, işte ondan oldu… Ben resmen anneyim artık, hediyemi aldım.

İsimleri çok benziyor diye, bizimki bübe ismini takmış kankasına. İkna etmek içinde, karşısına oturtmuş, işaret parmağını gözüne sokacak nerdeyse, gayet ciddi bübe diye tekrar ediyor ismi… ‘İkimizin de adı Mustafa, o zaman senin ki Kemal olsun’, sabah da bahçede karga kovalamıştık zaten, atam izindeyiz…

Neyse, benimle ilgilenen yok madem, eczaneye uğramam da lazım bari dışarı çıkayım dedim. Sordum, ikisi de halinden gayet memnun git dediler. Beni kapıya (kadar geçirip değil) götürüp el salladırlar, yani postaladılar. Ben gidince de bizim odaya gidip, yatağın üstünde zıplayarak heyyoooo bübbeeee diye sevinç nidaları atmış sıpa…
Nasıl gönderdik anneyi, ev bizim diye….

Döndüğümde nerdeyse bozuk atacaktı. Beraber araba sürmüşler, basket oynamışlar, resimler yapmışlar. Bübe talimatlara uymadığında uyarısını da almış ama.

Bugün gerçekten şaka gibiydi. Tamam sevdimi çok sıcak kanlıdır, büyükleri de oyuna davet eder, ilgi istediğinde çeşitli şaklabanlıklar yapar ama bu kadarını hiç yapmamıştı.

Fotoğraflarını çektim beraber, kafa kafaya vermiş kendilerine bakarken bizimki git bübeyi öp, öyle böyle değil.

Kaç zamandır normal süte geçmeye çalışıyordum, çocuk sütünü, çilekli, muzlu ne varsa denemiştim ama kabul etmemişti. Bu akşam çocuk sütü verdik aldı ve paşa paşa içti.

Şok üstüne şok, her eve bir bübe lazım diyorum, her derde deva… (bübe de, blog tutmaya başlamış http://www.enacemiusta.com/)

Vay başıma gelenler

Yaklaşık 3 aydır bir nezle, öksürük, balgam silsilesidir gidiyor. İlk bir hafta ilaçsız nezleyle başa çıkmaya çalıştık, derken doktora gittik göğsü de hırıldıyormuş, şu ilaca başladık. Bir hafta daha geçmedi, olmadı bu ilaca derken 1 ayı tamamladık. Velhasıl bir alerji ilacına başladık bizi rahatlattı, sadece az da olsa gece öksürükleri kaldı.

Anladık ki alerjikmiş. Doktorumuz alerji testleri için 2 yaşını beklemek gerektiğini, bu aylarda yapılacak tahlil sonuçlarının negatif çıksa bile alerjik olmadığını göstermeyeceğini anlattı.

Neyse anneler günün de sanırım şifayı kaptık. İki gecedir burnu tıkalı ama akmadığı için bol ağlamalı, bölük pörçük uykuyla idare etmeye çalışıyoruz. (belki de anneler günü çiçek trafiği azdırdı alerjisini bilemiyorum)

Bu arada yemekleri de renklerine göre seçmeye başladı. Yeşil olan pişmiş yemekleri yemiyor ama kırmızı, turuncu olanları yiyor. Havuç, portakal, mandalina; kırmızılardan domates, çilek, kuru yabanmersini ve şimdi de çiğ kırmızıbibere başladık.

Ama gel gör ki, bu sabah ki kırmızıbiber acı çıktı. Zaten bütün gece ağlamaktan bitap düşmüş, bir de sabah sabah yazık acı biber verdi sevgili annesi. Onun üstüne de nasıl titreyerek ağlıyor, ben de vicdan azabından…

Her şerde bir hayır vardır derler, öyle de oldu… Acı burnunu bir güzel açtı, çeşme çalıştı, genzi açıldı, öksürük bitti, bir rahatladı. Ben de bunu vesile bilip içimi rahatlattım. (yanlış anlaşılmasın, kesinlikle tavsiye etmiyorum, ben de bir daha asla vermem. Biber faslı bir süreliğine kapanmıştır)

İstanbul’da anne olmak

Kaç zamandır elim klavyeye gidiyor ama yazıları tamamlayamıyorum. Memleket gündemi, ülkemizde kadınların ve çocukların içler acısı haline sitem eden yazılar yazmak istiyorum ama laf salatasından ibaret olduğunu düşünüp bırakıyorum. Bir yere varmayacak…

Bir ampul yansa bir harekete önayak olabilecek adımlar atmayı becerebilsek istiyorum…

En basiti çocuklar, parklar mesela… Park var diye yetinmektense yaş gruplarına göre bilinçli düzenlenmiş parklar talep edebilmek istiyorum ama diğer taraftan daha can, aş derdinde binlerce çocuk var benimki şımarıklık diyorum.

Eylül ayı için yuva aramaya başladım. (Aslında ne denmesi gerektiğini de anlamadım ama 2 yaş için annesiz katılım gösterebileceği bir çocuk oyun evi gibi kaba bir tanım olabilir).

Bir gazete de, anneler günü vesilesiyle bu tip oyun evi/yuva kurmuş ve bu yolda kariyer yapmış anneleri konu almış. Ne mutlu onlara anne olunca insan çocuklarla ilgili bir şeyler yapmak istiyor, özellikle anne olarak eksikliğini hissettiği bir mecra bulup da bunun üzerine bir iş yaparsa ne ala…

İşte bu tip olanaklardan ancak parası olanlar yararlanabiliyor. Bu bana dert mi, şu andaki imkanlarım dahilinde dert olmuyor gibi görünse de, bu kadar küçük çocukların yaşam koşullarının, bu kadar büyük farkları olması beni rahatsız ediyor. Neden? Aslında bakarsanız gene kendi çocuğumun geleceğini düşündüğüm için.

Bu tip detay gibi görünen eğitim farkları ileri de bu çocukların formasyonunu etkileyecek. Hayatı aynı dönemde yetişen diğer çocuklarla şekillenecek, arkadaşlarını ben seçemeyeceğim. Ayrıca bu kadar çok alternatif benim kafamı karıştırıyor.

Ziyaret ettiğim bir (okul öncesi eğitim) kurumundaki Bayan, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olduklarını söyledi. İlk tepkim olumlu oldu, devlete güvenmeyi hala istiyorum. Devlet tescilliyse iyidir, doğrudur, onlar incelemiştir diyebilmek istiyorum. Ama sonra bir irkildim, devlet okulumu yani dedim, kötülercesine…

Bugün parklar, yuva, yarın ilkokul, elbette ki başımızın çaresine o günkü koşullar doğrultusunda bakacağız. Ama bir sistem oturmuş olsa, bir geleneğimiz olsa bütün dünyanın farklı ekollerini bilmek, eğrisini doğrusunu incelemek zorunda kalmadan devam edebilsek, biraz güvenebilsek ne güzel olurdu.

Bence Türkiye’de anne olmak bunda dolayı da zor, çok araştırma yapmak gerekiyor. Şimdi eğitim ekollerini çalışıyoruz, ne o alt tarafı yuvaya gidecek di mi?
Anneler gününüz kutlu olsun!