Çocukla gidilebilecek bir mekan, Koç müzesi, İstanbul

Havalar güzelleşti, biz de sonunda arabaya bindik, cadde ve sahil şeridi dışına çıkmayı başardık.

Gezilecekler listemdekilerden ‘Koç Müzesi’ne gittik. Sütlüce, Haliç kıyısında. Çocukla gidilebilecek muhteşem bir mekan, çeşitli alternatifleri var. Hemen kıyıda, müzenin içi sayılır, bitişikte Halat Restaurant’a bir arkadaşımızın doğum gününü kutlamak için kahvaltıya (45 Lira) gittik. Daha henüz İstanbul kalabalığı yollara dökülmeden yola çıkınca, kısa sürede vardık.

Müzenin bahçesine giriş ücretsiz. Bahçe dediğime bakmayın koca bir alan. Uçak, tren, arabalar, gemilerden birkaçını bahçe içinde görmek mümkün, içeridekiler hakkında bir fikri oluyor insanın. Ortalarında da eski bir kamyondan bozma sosisçi (o tip fast food tarzı bir şeyler) var. Demek istediğim, bütçesine dikkat edenler açısından da değerlendirilebilir.

Müzeyi gezmek isterseniz, giriş 10 Lira, okul öncesi çocuklara ücret almıyorlar. Hatta bir baba kızını içeriye gönderdi, o dışarıda bekledi. Çok taktir ettim, çocuğunun gelişimi için çabaladığı belli. Müzeyi çok dikkatli gezemedik, ancak trenler ve arabalar bizimkini ihya etmeye yetti. Ayrıca saat başı, 10 dakikalık bir tren turu bilete dahil. Denizaltıyı gezmek için henüz küçük olduğumuz için teşebbüs etmedik, ama sanırım o ayrıca bir ücrete tabii.

Halat’a gelince, biz gittiğimizde boştu. Sonradan da ancak birkaç masa doldu. Hep mi böyle bilemiyorum. Su kenarı olmasına rağmen bizimkiler için bile gayet güvenli ve temiz. Çalışanlar da yardımcı oluyor ve çocuklara toleranslılar.

Çok medeni, geniş ferah ve en azından bir erkek çocuğunun ilgisini çekebilecek her türlü araç mevcut.

Kalabalıktan uzak, bol koşturmacalı, merak uyandıran, İstanbul koşullarında temiz hava alabildiğimiz güzel bir Pazar geçirdik. Gene gelecek ben…

Güneş geldi yazılara paydos

Birkaç gündür firariyiz, sabah 8 de kendimizi yollara atar olduk. Güneş aldatıyorken hem de… Geçen birkaç gün pis bir soğuk vardı, ama o güzelim güneş yok mu, gel bana gel diye çağırıyor insanı.

Sabahları kaydıraklar ve çimler artık çiğden ıslak olmuyor. Oyun grubuna bile herkes ön hazırlıklarını yapar, yerler paspaslanırken gidip, herkese maydanoz oluyoruz.
Bugün de eczane raflarını dizmeye yardımcı olduk.

Marketlerde, özellikle kitapçılarda CD leri yerlere indiriyor, peşinde toplamaktan helak oluyorum. Eczaneye girdik, cici bir abla vardı. Benimkine iş verdi meşgul ya kendileri, hemen benimsedi orayı tertipliyor.

Bir de kaldırımlar oldukça boş oluyor sabahın ilk saatlerinde. Kaldırımda yürüme denemeleri yapıyoruz. Beyefendi kalabalıkta yürümekten haz etmiyor da. Pusetle caddeye kadar iniyoruz, sonra yan yana yürümeye çalışıyoruz ama yol kat edemiyoruz. Sürekli bir yerlerde takılıyor, ters tarafa gidiyor vs.

Ulaşmak istediğimiz nokta ona uzak görünüyorsa hemen kucak talebi geliyor. Sanırım o da bizim gibi miyop, nesneler belirsiz olduğu için mesafeler de daha uzak geliyor olabilir.

El de tutmuyoruz, hatta yürüyemiyor bile, bırakınca koşuyor… Sanırım o da benden kaynaklanıyor, acelemiz var gibi koştur koştur yürüyorum. Belki pusetteki hıza alıştı ondan mıdır acaba?

Kaldırımda yürümek, güvenli, çimlik alanlarda yürümek gibi olmuyor. Gerçekten, kalabalıkta yürümek bana da külfet geliyor. Yavaştan alışmaya başlatmak lazım. Bana kalsa puset gibisi yok derim. Atıyorum arabaya kendi ayarımda istediğim gibi geziniyorum. Ama artık kısa mesafe de olsa yaya olarak bir yerlere gidebilmeliyiz.

İki yetişkinle yürüyüşe çıkmak daha kolay, biri pusetle ilgilenirken diğeri çocukla ilgilenebiliyor. Öbür türlü puset bir yana çocuk bir yana insan ne yapacağını şaşırıyor.

Komik oluyor, yanımızdan geçenler ‘ne güzel pusetinde uslu uslu oturuyor’ diyor, bense içimden ne güzel elini tutup yürüyor diyorum.

Bir teori duydum, doğrulamak için hatırlamalıyım

Bizimki yaşıtlarına oranlar yapılı bir çocuk. İleride, bu boy farkının aynı oranda kalacağını zannetmiyorum. Çünkü eller yalan söylemez…

Bu teorinin, kendi oğlumla ve arkadaşlarıyla ilgili bir temenni ile alakası yok. Her şeyden önce elbette sağlık, mutlu ve çalışkan olsunlar. Sonra boy sırasına dizeriz kendilerini.

Sadece duyduğum bir teoriyi kendi gözlemlerimle doğrulamak istiyorum bunun de için bu iddiayı unutmamam lazım. Çünkü en azından 10 küsur yıl geçmesi gerekecek.

Çocukların fiziksel gelişimlerinde ilk 2 yıl belirleyici değilmiş. Yani ilk iki yıldaki gelişim ivmesini, ilerideki boyunu tayin etmek için kullanılması yanlış olurmuş.

Aslında birçok yerde okuduğum bir formül var, (anne boyu + baba boyu + 13) /2 = erkek çocuk boyu, kız için ise -13 kullanılıyor. O zaman nasıl oluyor da ben annemden de, babamdan da uzunum?

Tabii büyüme evrelerinde geçirilen hastalıklar, uyku, dengeli beslenme ve spor, genetik yapıdan ayrı olarak gelişimlerinde büyük rol oynuyor. 5 santime kadar fark yaratabiliyormuş.

Doğrulamak istediğim teori ise, ‘elleri vücutlarına oranla büyük olan bebekler uzun olurlar.’ Anneme biz bebekken bir komşu doktor söylemiş. Bu teoriyi hiçbir yerde okumadım. Benimkinin arkadaşları var elleri kocaman, bizimkinin ki normal mesela. Dikkatimi çekmişti, anne bahsetmiştim, o da bu komşusundan.

Ancak dediğim gibi bunu doğrulamam için epey zaman var, tabii bir de hatırlamam gerekecek. Gene de dilime doladım şimdiden.

20 inci ay ve anneden ayrılma korkusu

Annecilik başladı. Anneden ayrılma korkusu, gitti ya bulamazsam telaşı, anneye şikayet, anneye gösteri, elimin acıdı annem bir öpsün… Sürekli anne de anne…

Bugün sabahın bir körü kalkmış kahvaltı hazırlıyorum, bir yandan da benimki birşeylere tutturmuş, istediği gibi olmuyor diye beni çekiştiriyor. Gidip baktım, önemsiz bir durum geri döndüm mutfağa bir kıyamet koptu, ben de bu sefer ilgilenmedim mızmızlanmasıyla. Daha da abarttı, hiç bakmıyorum kendini attı yere bir ağlamak sanki canı yanıyor. Göz ucuyla da takip ediyorum.

Aman ne olay oldu bu durum, daha yeni gözümü açmışım bir yandan ekmekler, diğer tarafta omlet bir de ağlamak sert çıkıştım, hadi git arabalarınla oyna dedim. Ama nafile yapıştı… Neyse kucaklaştık, sırtıma pat pat vurdu, sanki o beni sakinleştiriyor. Döndü arkasını gitti.

Babasıyla oynuyorlardı. Cam sürahiyi istedi, vermedi babası da. Gelmiş bana şikayet ediyor. Kaşlar çatık, kızgın bir ses tonuyla hafif ağlak bir modda resmen geldi yanıma, şikayet etti. Azıcık hoşuma da gitmedi değil hani. Kötü polis oldum zannediyordum, bugünlük şikayet alan merci olmak beni memnun etti.

Öğlen yemeğinde de bir ilk yaşandı. Yemeğe geç oturduk, yerken gözleri kaydı, birkaç saniyeliğine uyudu. Youtube bebeleri gibiydi. Ağzında yemekle içi geçti. Çok komikti. Ben gülünce uyandı.

Akşam da, yatak keyfimizi yaptık, öpüştük koklaştık. Aldı sütünü yattı, oyalandı biraz. Sonra annni diye hıçkırarak bir ağlama, koştum yanına kucaklaştık. Gene beni teselli etti sağolsun, sırtıma pat pat vurdu. Oturduk koltuğa, kuruldu minik ayım kucağıma, işaret ve serçe parmağı ağızında salyaları akıta akıta kaykıldı. Yatırdım, uyudu.

Oynarken de birden aklına geliyor, arkasında koltukta gazete okuyorum. Koşarak yanımdan geçti, içeride beni arıyor, anni anni bağırıyor. Yanıma çağırdım, burdayım diye, şaşırdı, panikten görmemiş herhalde.

Günümüz böyle birbirimizi teselli ederek geçiyor. Birden aklına düşüyorum, hani çalışıyor olsam veya evde bakıcıya bırakıyor olsam anlayacağım da, zaten sürekli beraberiz. Belki de ondandır, ilişkimize biraz mesafe mi girmeli bilmiyorum ki!

Uyku bölünmeleri

Uykuda ağlama meselesi sandığım gibi problematik değilmiş. Ayırca, dinlemiyor gibi gözükse bile, meseleyi anlatınca gayet de net anlıyor.

Denildiği gibi, gece uykusunda ağladığında kucağıma almadım, ellemedim de… Birkaç sefer sonra aynen uykusuna devam etti. Uzunca bir süredir, sabah karşı 4 gibi kalkıyor, ağlıyor yataktan alınca da oyun moduna geçiyordu.

2 gecedir uyandığında, kucağıma alıp koltuğa oturuyoruz beraber. İlk başlarda kucağımdan inmek için ısrar etti, izin vermedim. Pencereden dışarısını gösterip anlattım. ‘Herkes uyuyor, kuşlar, kediler, köpekler vs… daha sabah olmadı. Ben de uyuyacağım, yan odadayım merak etme bir şey olursa seslenirsin. Eğer senin daha uykun yoksa,’ yanına da birkaç oyuncak koydum, ‘yatağında biraz oyna. Sabaha görüşürüz.’ dedim ve odasından çıktım.

Şimdilik bu uygulama işe yaradı. Yaklaşık yarım saat yatağında oyalandı sonra gene uyuyakaldı. Mühim olan geçen seferki gibi ağlamadı.

Gündüz uykularına da dikkat ediyorum. Uyku uykuyu çeker hesabı. Hala 13 – 14 saat uykuya ihtiyaçları varmış. Gündüz limiti doldurmak için uykularını kimi zaman 3 saate kadar uzatıyor.

Bir de uyku rituelimiz de biraz değiştirdik. O da sanırım işe yaradı. Televizyon faslından sonra yemek yiyoruz, kitap, puzzle vari sakin oyunlar oynayıp, banyoya. Artık banyo keyifi de biraz uzadı. Altı delikli içiçe geçen minik kovalar var, onlarla epey oyalanıyor.

Giyindikten sonra bizim yatakta ışıklar kapalı, yuvarlanıyor, birşeyler anlatıyor vs. biraz aşk yaşıyoruz. Sonra sütünü alıp yatağına gidiyor.
Bu ay 20 aylık oldu ve eskisine nazaran bana daha düşkün olmaya başladı, anneyi arar oldu. Yatmadan önce yaptığımız bu yatak keyfiyle bana da doyuyor sanırım. Sonrasında tek başına daha rahat kalıyor.

Şu uyku meselesi rutine girerse de gece sütünü kesmeyi deneyeceğim. Bununla ilgili de okumalarım devam ediyor yazacağım.

Night terror, bir de bu eksikti

Dün gece epey yorucu geçti. Akşam yattıktan 2 saat sonra ağlama krizleri başladı. Ağlıyor ama uyanık değil. Kucağıma aldım, uyanmadı ama daha şiddetli ağlamaya başladı ve beraber bizim yatağa yattık ve kaldığı yerden uyumaya devam etti. Bu saat 2’ye kadar aralıklı devam etti.

Babycenter.com dan okudum. Night terror (gece terörü diyelim) diye bir şeyden bahsediyor. Kâbus değil, uyurgezerlik gibi demiş. Çocuk derin uykudayken -rüya safhasında değil- olurmuş. Bu yaş gruplarında sık rastlanırmış, 5 çocuktan birinde görülebilir diyor. Birkaç dakikayla, yarım saat arası sürebilirmiş.

Uykusunu yeterli almadıysa veya hızlı büyüme dönemlerinde görülürmüş.

Ben hata etmişim. Uyku arasında bu şekilde ağlıyorsa, onunla konuşmamak sakinleştirmeye çalışmamak lazımmış. Bu onu aksine daha ürkütebilir, saldırıya uğramış
gibi hissettirirmiş. Sadece başında bekleyip, kendine zarar vermesini engellemek gerekir diyor.

Gerçekten de o gecenin gününde az uyudu. Zaten şu hastalık meselesinden bu yana gece uykuları da bozuk. Neyse ki, bugün uzun bir öğlen uykusu uyudu. Bakalım bu gece nasıl geçecek.

Tabii insan emin olamıyor, acaba bir yerimi ağrıyor, diş mi çıkarıyor? Aklına bin bir türlü şey geliyor. İyi olduğundan emin olmak için de yanıma aldım. Ama yanımda yatırmaya cesaret edemiyorum. Çünkü geçenlerde…

Bir akşam yatmadan önce bizim yatakta keyif yapıyorduk. Epey yorulmuştuk gün içinde, sakin sakin yatarken ikimiz de uyuyakalmışız. Bizimki de vaki değil bizim yatakta uyumaz. Uyuyamazdı. Ben de güzelce sokulmuşum. Sekiz buçuk gibi baktım, pek tatlı geldi beraber uyumak. Ama ne oldu, gecenin bir körü deli gibi ağlıyor, uyandım benim ki yatakta yok, yerde yüzüstü yatıyor, düşmüş.

Deli yatar, sürekli döner, üstünde örtü tutmaz. Ben de uyuyakalırsam diye yatakta yatırmıyorum artık.

Babycenter daki uyku uzmanı diyor ki, uyanırsa her zaman yanında olup onu sakinleştirin, isterse de yanından ayrılmayın, ama uyku vakti olduğunu söyleyip rutininize sadık kalın, birkaç güne olmadı haftaya yorucu da olsa gene eski haline döner.

2 yaş civarı kabuslar da başlayabilirmiş. Kabus gördüklerinde, gece teröründen farklı olarak uyandıklarında hatırlarlarmış. Ama anlatmaları için ısrar etmeyin, kabus illaki görülen bir şey olmayabilir, sadece korkutucu bir his hissetmiştir, size anlatamayabilir diyor.

Bakalım daha neler öğreneceğiz…

Ana oğul ilişkisi

Ben babamı çok seviyorum.

Annemi de elbette. Fark şurada annemle kız muhabetimiz var, hemcins olmanın getirdiği bir avantaj. Ancak babamla o kadar sıkı fıkı olamıyoruz haliyle. Dilediğim veya bildiğim gibi sevgimi dile getirmek veya günlük hayatta bir paylaşım noktası bulmak da zorlanıyorum.

Benim bir oğlum var. Haliyle, acaba ileride biz de aynı zorluğu yaşıyacakmıyız diye düşünüyorum. Kadın ve erkeğin iletişim biçimleri farklı olması paylaşımı da etkiliyor.

Bugün, kızlardan biri anlattı, erkek arkadaşı herşeyini annesine anlatıyormuş diye. Ben de diledim umarım bizim de ilişkimiz bu şekilde ilerler diye.

Haluk Yavuzer diye bir profesörün çocukların gelişimi ile ilgili bir kitabı var bende. 18 ay çocuklarda dil gelişimi için onunla bolca konuşmak, ancak konuşması için zorlamamak gerektiğini söylemiş. Suyu istediğini belirten bir işaret veriyorsa, söylemesini beklememeliymiş. Suyu verirken (bu benim lafım) ‘al bakalım suyunu’ veya ‘su mu istiyorsun’ demeliymiş mesela.

Veya oyun grubunda da aynı noktayı vurguluyorlar. Birkaç hafta boyunca, oyunlar esnasında ‘büyük-küçük’, ‘sert-yumuşak’ üzerinde duruluyor. Küçük toplar, küçük kutuya, büyük toplar büyük kutuya atılıyor. Veya yumuşak zeminde, sonra sert bir zeminde yürürken, anneler olarak da çocuklara bunu söylememiz isteniyor.

Ben bir anne olarak, çocuğumun ihtiyaçları doğrultusunda kendimi şekillendiriyorum.

Aslında çok konuşkan biri değilimdir, uzun yalnızlıklardan sonra arada dilimin şiştiği ve arkadaşlarımın kafasını patlattığım oluyor elbette. Ama elimden geldiğince çocuğum ile konuşuyorum. Bu okuduklarımı uygulamaya çalışıyorum. Aslında bu da ben de bir alışkanlık halini almaya, benim iletişim şeklimi de değiştirmeye başladı.

Demeye çalıştığım şu, umarım bu alışkanlıklarımız ileride bizim ilişkimiz sağlıklı kılar ve kelime haznemiz arttıkça bizimle büyür. Yetişkin olduğunda da dilediğimiz gibi dertleşir güler eğleniriz.

Bebeklerin uykusundan huyunu az çok kestirebilirsiniz

Çocuk bokundan belli olur, yedisinde ne ise yetmişinde de odur…

Tesadüf annem ve bir arkadaşım Yankı Yazgan diye bir profesörün farklı iki kitabını bana getirdiler. Bebeklerin uykularından huylarıyla ilgili genel bir fikir edinebilirsiniz demiş.

Mesela bebekken, uykusu top patlasa da bölünmeyenler, değişikliklere, yeniliklere çabuk adapte olabilecekler, daha sokulgan olacaklardır, diğer taraftan uykusu en ufak bir sesle bölünebilen, annesi memeyi 2 dakika geç verdi diye yaygara koparan bebekler ise daha mesafeli ve çekingen olacaklardır diyor.

Bizimkinden örnek vermek gerekirse, ilk 3 ayımız kolikle geçti. Şimdi bile bir bütün akşam kesintisiz uyku uyuyamıyor ve seslere karşı çok duyarlı.

6 aylıkken başladık oyun grubuna, kalabalık bir ailemiz olmasa da mümkün mertebe insan içindeyiz, parkta, arkadaş buluşmaları, anneanne, babaanne… Gene de kalabalık ortamlara girdiğinde öncelikle gözlemlemeyi, yavaş yavaş insan içine karışmayı tercih ediyor. Çekingen diyemem ama temkinli.

Ayrıca ufak mekanlarda, kalabalık onu çabuk yoruyor. Ev buluşmaları mesela, birkaç arkadaş onların çocukları derken bir saat sonra bizimki arada arka odalara kaçıyor. Ama açık havada daha uzun ve keyifli vakit geçiriyor.

Çabuk heyecanlanıyor. Mesela dereye yaprak atarken, yaprak suyla akıp gitti diye kendinden geçti. Mutlu olduğunda çığlık atıyor vs. Diğer bir taraftan yoğun ilgiyle karşılaşırsa veya onun bu heyecanını bastıracak bir şey oluğunda da hemen gözlemci moduna geçiyor ve kendini geri plana alıyor.

Daha bebekken çok hassas bir çocuk olduğunu söylerdim de annemleri bir türlü ikna edemezdim. Hala ikna edebilmiş değilim. Annemler ise benim çocuğa karşı çok titizlendiğim kanısındalar, o yüzden onun bu kadar duyarlı olduğunu söylüyorlar. Bense ona göre davrandığımı düşünüyorum. Emin değilim. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar hesabı!

Şile’deyiz, saklı gölle gittik bugün, muhteşem bir keyif… Göl kenarında bir kulube yapmışlar, önünde iskelesi de var. Orda ördekleri seyredelim diye gittik. Ama durmak ne mümkün tehlikeli, sonuçta çocuklar için yapılmamış, emniyetli bir yer değil. Bizimki de durmaz, sürekli onu tutmak ve onu yapma oraya gitme demek gerekti. Hemen daraldı, dükkanın tuzluğunu göle attı, ne versem yere fırlattı ve mızmızlandı durdu. 15 dakika sonra oradan çıktık. Arkasında yamaç aşağı çimenlik alan vardı. Orada ekipten bir abiyle 1 saat oynadılar. Ne beni aradı ne de mızmızlandı. Hürriyet…

Bakalım tüm bunların ilerideki karşılığı ne olacak? Nasıl bir insan yetişiyor? Şimdiden kestirmek zor. Gene de, bebeklik dönemindeki uykusunu referans alır ve bugünkü tavırlarına bakarsak Yankı Yazgan’ın teorisini bizimki doğruluyor.

Şile sıcak bir bahar günü daha bir keyifli olur

Bu haftasonu Şile’deyiz. Bahar ortalarında gelmek daha akıllıca olabilir, biraz havalar ısınıp güneş açtıktan sonra ama daha kimsecikler yokken. Muhteşem kumsalda bataniye serip, hafif rüzgar esintisinde mataradan sıcak çay içmek. Çocuğu da salmak peşinde koşturmak zorunda kalmamak.

Yağmurlu bir günde otel odasından hayal edebildiklerim bunlar…

Eşimin işini bahane edip bizde takıldık peşlerine geldik. Dün gittiğimiz mekanda, 4 yaşlarında bir çocuk daha vardı ve kocaman bir bahçe… Papatyaları ve yaprakları koparıp dereye attılar. Cümle kısa oldu ama ne eğlendiler, ne koşturdular anlatamam. Çocuk ‘yaprakları seven arkadaşım hadi gelsene’ diye seslenip koşuyor, bizimki de peşinde, onun iki adımda katettiği yolu pata küte koşarak yetişmeye çalışıyordu.

Onca koşturma arasında birkaç defa düştü, burnu ve dudağı soyuldu, şişti. Ama çocuk olmak da biraz da böyle birşeydi diye hatırlıyorum. Ben sürekli yara bere içinde dolaşırdım, onlu yaşlara geldiğimde ise epey dikiş de atılmıştır. Ama anne olarak insan kuzusuna konduramıyor tabii.

Açık arazide çimenlik alanda çocuğu oyalamaya bile gerek kalmıyor. Kendi oyununu, meşgalesini kendi yaratıyor zaten. Bir de yapma etme demeye gerek kalmıyor. Çocuk kendine göre çeşitli şeyler başarıyor, mesela çiçek veya yaprak koparıp suya atmak gibi. Bunu da gururla etrafına sergiliyor. İstanbul’da yapay bahçelerde elin çiçeğine dokunma, o suya yanaşma, burda koşma, hatta çimlere basma demem gerekebiliyor.

Mesela masanın üstünden örtüyü çekmek… Kesinlikle yapılmaması gerekenlerden. Ama bunu çocuk açısından okuduğumuzda ise, boyunun erişmediği masanın üzerindeki bir objeye ulaşabilmek için bulduğu bir yöntem veya ne kadar güçlü olduğunu gösterebileceği bir hareket sadece bu…

İşte İstanbul’dan kaçmak istememin esas sebeplerinden biri… Çocuğa çocuk olduğunu hatırlatma şansı tanımak. Her hareketinin bir uyarı almadığı, kendi kendine insiyatif kullanıp, kendi oyununu kendi kurabildiği, azıcık düşüp kalktığı, hafif sıyrıklar aldığı, temiz hava bol gıdalı bir alan aralayabilmek.

Geçenlerde annem arkadaşlarıyla buluşmuş, biz de kendimizi bir göstermek için hanımlara bir uğradık. Ama oturmadık. Benim kanımca bizim yerimiz hala daha parklar, bahçeler… Ona da sıra gelecek, adam gibi oturmasını, yemesini becermesi gereken yaşlara daha var diye düşünüyorum.

Baharda Şile hayalimin demosunu Caddebostan sahilde yaptık geçen gün. Ara ara 3 adımlık temiz kumluk alanlar var sahil boyunca. Onlardan birine gittik. Taşları denize attık, sopayla kumlara resimler yaptık.

Şile için ise havaların biraz daha ısınması gerekirmiş. Kumsal sonrası çarşıda bir yemekle biten günü birlik bir program dahi yapılabilir.